taksim'e çok sık gitmiyor olmama rağmen, her gidişimde ayrı bir dramla karşılaşıyorum. her gidişim ayrı bir olay, her gidişimde gözlerim önünde sergilenen bir başka insanlık ayıbı. çıplaklıklar ve bu çıplaklıkların ardındaki göz yaşartan dram. yanlış anlaşılmasın, 'çıplaklık'lardan kastım, yalnızca fiziki anlamdaki çıplaklık değil; insana, hayata ve insanın dünyadaki varlığına ilişkin temel nedene dair bir çıplaklık bu, tüm bir toplumu giderek sarmalayarak yok eden, bir büyük kültürel birikimi yok sayan, insana dair ne varsa alıp götüren...
öncelikle şunu söyleyeyim: taksim'i pek sevmiyorum. sevmememin nedeni yukarıdaki paragraftaki insana ve insanlığın yitip gitmekte olan değerlerine ilişkin kafamda oluşmuş 'taksim imgesi'. taksim, benim için bu değerlerin yok oluşunun, yüzlerce yıl içinde bir toplumun kendi kendine tesis ettiği kutsal değer yargılarının, bir siyasi yapı tarafından yeryüzünden çekilmeye çalışılmasının sembolü. işte o yüzden kişisel bir tavır alış, kişisel bir protesto yöntemi olarak mümkün olduğunca taksim'e gitmemeye çalışıyorum. fakat, zaman zaman da olsa taksim'e gitmeye mecbur kalabiliyorum. bu gidişlerimden birisi de bundan yaklaşık 1 yıl kadar önce, geçtiğimiz yılın yaz aylarında gerçekleşti. uzun zamandır türkçe'ye çevrilmesini beklediğim bir kitabın yayımlandığı haberini almıştım. bir cuma akşamı, havanın da hafiften serinlemeye yüz tuttuğu akşam saatlerinde işten çıktığım gibi soluğu taksim'de alıyorum. meydanda otobüsten inip istiklal'e doğru yürüyorum. fransız konsolosluğunu, taksim'e gittiğimde genelde yemek yemeyi tercih ettiğim borsa lokantası'nı, insanları, insanları ve yine insanları geçiyorum. ama daha önümde epeyce yol var kitapçıya ulaşabilmem için. istiklal caddesi işten benim gibi yeni çıkmış insanlarla dolu. bu doluluğun ve bu insanların yarattığı 'entropi'nin bir sembolü olduğunu düşündüğüm sokaktan arşa doğru yükselen bir uğultu yükseliyor ve allah'a ulaşıyor sanki. uğultu artıyor, artıyor ve giderek kulaklarımda daha da fazla tahribat yaratıyor sanki. 'israfil de 'sur'u böyle mi üfleyecek acaba?' diye kendi kendime soruyorum.
sonra istiklal'in sağ tarafında kalan giyim mağazalarından birinin önünde tartışan bir çift görüyorum. tabii yaşadıkları şeye 'tartışma' diyebilirsek! yaptıkları şey düpedüz kavga. daha doğrusu, daha açığı, adamın biri; oldukça açık saçık giyinmiş bir kızı hırpalıyor. aramızda yaklaşık 10 m mesafe var. ama ben, arşa doğru yükselen o kulakları sağır eden uğultuya rağmen, adamın kıza ne dediğini duyuyorum. istiklal caddesinin ortasında, kimse olan bitene bir şey demeden bir sinema filmi gibi olanları izliyor diyeceğim ama izlemiyor bile. işte değinmeye çalıştığım yokluğun, yok oluşun simgesi hali olma durumu da bu zaten. o caddede yaşanan nice tükenişin yalnızca bir örneği. tahmin ediyorum, o an ben de bir akıl tutulması yaşadım ve aramızdaki 10 m'lik mesafeyi tükettikten sonra kızla oğlanın yanlarında durdum. ikisinin de yaşı benden küçük olmalıydı. ama aramızdaki yaş farkı da fazla sayılmazdı. kavgaları bir anda sona erdi. sanki hiçbir şey yokmuş gibi bana bakıyorlardı. ben de onlara baktım tek tek. sanıyorum bu bakışma yaklaşık 10 saniye kadar sürdü. oğlana, 'neden vuruyorsun kıza?' dedim. 'sana ne?' dedi. bu arada etrafımızda da insanlar durmuş bize bakıyorlardı. sanki caddedeki insan kalabalığı, kızla oğlanın tartışmasından zaten haberdarmış da, aralarından birisinin bunu neden yaptıklarını sormasını bekliyormuşcasına olan biten seyreyliyormuş. biraz kaşlarımı çatarak, biraz da öfkeli bir üslupla 'ne demek sana ne, neyin oluyor bu kız senin?' diye sordum oğlana. 'kız arkadaşım' dedi. o anda kız bana doğru döndü ve sanki benden bir şey bekliyormuş gibi bir ses tonuyla, 'hayır. kız arkadaşı falan değilim. ayrıldık biz.' dedi. 'peki' dedim, 'madem kız arkadaşın da değil, çekil git rahatsız etme kızı' dedim. 'sana ne lan' falan diyecek gibi oldu, elini kaldırır gibi olmasıyla birlikte kolunu büküp eline vermem bir oldu. bu arada etraftaki sağduyulu vatandaşlar da elemanı alıp olay yerinden uzaklaştırdı. kız teşekkür etti. ben olmasam ondan nasıl kurtulacağını bilmediğini, gerçekten son haftalarda onun yüzünden sıkıntılı günler geçirdiğini anlatmaya başladı. ama ben ne dediğini tam olarak anlayamıyordum. hatta öyle bir an geldi ki, artık yalnızca ağzının oynadığını görüyor, ne dediğini hiçbir şekilde duymuyordum. öteden beri mustarip olduğum tansiyon sorunum gene beni bulmuştu. bir yere gidip oturmam gerekiyordu. ama kız hala anlatıyordu bir şeyler ve ben yine hiçbir şey anlamıyordum. son gücümü toparladım ve kıza, 'ben şurada bir yerde oturacağım. sen de gelmek ister misin?' diye sordum. 'tamam' dediğini anlar gibi oldum.
gittik bir yerde oturduk. yediğim yağsız bir kaşarlı tost, içim ayran ve erikli suyun etkisiyle kendime gelebilmiştim. öğrenciymiş, işletme okuyormuş. 'neyiniz var?' diye sordu. 'tansiyon, ama şimdi iyiyim' dedim. 'neden vuruyordu sana?' diye tekrar bu defa kıza sordum aynı soruyu. 'ayrılmamızı bir türlü kabullenemiyor, peşimi bırakmıyor bir türlü' dedi. 'kim bu? neci?' diye sordum. 'çalışmıyor' dedi. 'babası emekli asker' dedi. 'nerden tanıştınız peki?' diye sordum, kuğu gibi boynunu önüne eğdi, 'geçen sene' dedi, 'hatırlarsınız cumhuriyet mitingleri vardı. ben onlara katılmıştım, hatta izmir'e bile gitmiştim. çağlayan mitinginde tanışmıştık' dedi, yaptığından sanki bugün utanıyormuş gibi bir tavırla. 'ailen nerde' diye sordum. 'manisa'da' diye cevapladı. ev arkadaşlarıyla beraber yaşıyormuş istanbul'da. zaten biraz da bu yüzden çocuk bunu rahatsız ediyormuş. 'okulun yurdu yok mu?' diye sordum. 'var' dedi. 'dersler nasıl?' diye sordum. başını önüne eğdi yine. 'anladım' dedim. çantamdan bir kart çıkardım ve karttaki numarayı yazmasını istedim. yurda yerleşmesinin kendisi açısından daha doğru olacağını, bu numaradaki kişinin de kendisine bu konuda yardımcı olacağını söyledim. kendi kartımı da verdim. 'evet haklısınız' dedi.
mekandan çıktık, kızı evine bıraktım. istediği zaman arayabileceğini söyledim. tekrar teşekkür etti. sonra kendisine verdiğim telefonun sahibi arkadaştan öğrendiğime göre, yurda çıkmış. kız beni birkaç kez tekrar aradı ve tekrar tekrar teşekkür etti. çocuk o günden sonra onu rahatsız etmeyi bırakmış. dersleri çok iyiymiş, yıl sonunda okulu bitirecekmiş falan. hakikaten de geçen ay elinde üniversitenin çıkış belgesiyle geldi. henüz diplomayı vermemişler ama mezun olduğunu gösterir belgeyi bana gösterdi. bir yerde de işe başlayacakmış.
'siz olmasaydınız..' diye söze girdi, parmağımı dudaklarıma doğru götürdüm ve 'tamam' dedim.
belki yaşanacak böylesi dramlardan birini önleyebilmiştik. peki, ya diğerleri ne olacaktı?
(nasilbirdemokrasiistiyoruz, 04.09.2009 09:55 ~ 10:33)
20 Mayıs 2010 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder